Thomas Vinterberg yönetmenliğinde çekilen ve başrolünde Mads Mikkelsen ‘ın yer aldığı Jagten – Onur Savaşı – The Hunt üzerine birkaç söz.
Jagten ‘i izledikten sonra bu yazının da başlığı olan, merhum Brandon Lee’nin The Crow’daki repliği aklıma geldi. Tabii, “Cehennem başkalarıdır” sözünü hatırlamak da mümkün.
Danimarka sinemasından çıktığı için orijinal dilinde Jagten, İngilizce’de “The Hunt” adlandırılan film, Türkçeye “Onur Savaşı” olarak çevrildi. Son dönem yabancı diziler arasında öne çıkan “Hannibal”ın başrolünden tanıdığımız Mads Mikkelsen, filmin bir şekilde daha çok izlenmesini de sağladı.
Muadili olan her film gibi Jagten de ağır ama tedirgin temposunda sizi içine alıyor, geriyor, tatsızlaştırıp öfkelendiriyor, sonra, asıl derdini birazcık da olsa anladığınız an sizi hırpalamaya başlıyor. Bazı Ekşi’ci kardeşlerimiz gibi “Küçücük bir olayın bir insanın hayatını nasıl da mahvettiğini anlatıyor…” sığlığından çıkabilirseniz, bir de alelade filmlerdeki gibi tutarlı ve vurucu bir son beklemezseniz Jagten ile barışabiliyorsunuz. Çünkü film, vurucu etkisini bir ya da iki kez değil, başında ya da sonunda değil (çok acil olarak değil ama çabuk çabuk) film boyunca yapıyor.
Boşanmış, yalnız bir öğretmenin, çalıştığı anaokulundaki sorunlu bir kız çocuğunun yalanları yüzünden, o güne kadar herkesin kabullendiği, aileden biri gibi gördüğü, hatta kendi sorunları olduğunda çocuklarını emanet ettikleri Lucas’ı bir anda düşman belleyip hayatı burnundan getirmeleri üzerinden ilerliyor film.
Yazının Devamı Onur Savaşı Spoiler’ı İçerir
Film, “Ummadığın taş, baş yarar” gibi ya da “Küçük olaylar büyük olaylara neden olabilir” gibi sığ bir mesaj çabasında değil sadece. Her şeyden önce filmin adının “Av” olması ve olayların, avcılığın geleneksel bir etkinlik olarak yapıldığı bir kasabada geçmesi, filmin ne anlatmak istediğini daha iyi açıklıyor. Bunun üzerine, düne kadar bir aile gibi yaşadığı dostlarının dışlamasına, hakaretine ve hatta şiddetine kadar maruz kalan Lucas’ın savunmasız hali de eklenince film, film olmaktan çıkıyor.
Çünkü, yalnızlığımızı ve reddetmek istediğimiz zaaflarımızı onarmak, kabul görmek, egomuzu okşatmak, iyi hissetmek ve istemdışı varolmanın getirdiği o “can sıkıntısı”nı dindirmek için hep daha çok içine girmek istediğimiz bir “sosyal hayat”ımız vardır hepimizin ve aslında çoğu kez, onarmak istediğimiz her ne ise tam da oradan bir kez daha yara alıp döneriz içimize. Daha sonra da yarasını reddedenler ve sahiplenenler olarak ikiye ayrılırız ve yaralarımızla ilişkilerimiz kimliğimizi belirlemeye başlar artık.
“Onur Savaşı” adlandırması filmi bu noktada iyi ifade ediyor. Çünkü kahramanımız Lucas, yarasını reddetmiyor. Haklılığını bir türlü kanıtlayamamış, köşeye sıkıştırılmış, tacize, tehdide, şiddete uğramış bir “kurban/av” olduğu halde, alıştığı hayatından, kasabasından, evinden; yani aslında onu kendisi yapan hiçbir şeyden vazgeçmiyor. Derdini anlatmak için elinden geleni yapıyor, önyargının gazıyla ona şiddet gösterenlere karşı daha da haksız görünmekten korkmayıp o da karşılık veriyor, bir çocuk tacizcisi olarak görülmesine rağmen kilisesine gitmekten vazgeçmiyor ve başına bunların açılmasına engel olmayan en yakın dostunun yakasına yapışıyor. Yani metaforik anlamda “av”, “avcı”sının gözünün içine öyle bir bakıyor ki sonunda avcı, gözünü kaçırmak zorunda kalıyor. Filmin afişinde de yer alan o bakış, “av” konumuna düşmüş ve düşecek olan herkese sözsüz bir ders veriyor sonuçta. Lucas ‘ın “av” ya da “kurban” konumundaki boyun eğmeyişini sosyolojiden siyasete, felsefeden antropolojiye kadar tüm derslerde
anlatabilir ya da tüm akademik mevzuların dışında, bireysel anlamda ele alabiliriz ki ben bu ikincisini seçerim. Bireyin kendini gerçekleştirmesi için başkalarına ihtiyacı olduğu gerçeğinden daha önemlisi, başkalarının da o bireye ihtiyacı olduğudur. Zaten “cehennemin başkaları olması” hali, bu ikisinden birini göz ardı etmekle başlar.
anlatabilir ya da tüm akademik mevzuların dışında, bireysel anlamda ele alabiliriz ki ben bu ikincisini seçerim. Bireyin kendini gerçekleştirmesi için başkalarına ihtiyacı olduğu gerçeğinden daha önemlisi, başkalarının da o bireye ihtiyacı olduğudur. Zaten “cehennemin başkaları olması” hali, bu ikisinden birini göz ardı etmekle başlar.
“Kalabalığın arttığı her ortamda düşünselliğin azalması” tespitinin en geçerli olduğu yerlerden biri, herhalde bizim coğrafyamızdır. Mahalle baskısı, namus algısı, linç kültürü, taciz, tecavüz, baskı, şiddet ve bunlar gibi yüzlerce kavramın söz konusu olduğu bir ülkede, “av” olmaktan daha kolay bir şey olmasa gerek.
Film, sakin seyri içerisinde iki zirve noktada, bizim gibi muhtemel “av”lara vermek istediği dersi veriyor. Kilisede, aşağılanmış ve yıkılmak istenmiş bir kurban olarak Lucas’ın, en yakın dostuna baktığı sahnede, sıradan bir insanın bırakın bakmasını, belki de ilk fırsatta kasabayı terk etmesini beklerdik. Film boyunca Lucas’a “Çek git be oğlum” derken Lucas bize sürekli bir şey söylemek istiyor: “Durduğun, hamle yapmadığın yerde bile seni yıkmak isteyecekler. Ama haklılıkla bezenmiş bir durma eylemi, haksız ve hoyrat bir saldırıyı alt edip kendini gerçekleştirebilir.”
Filmin sonunda her şey normale dönüp Lucas affedildiğinde ve ava çıkılan son sahnede görünmeyen bir el, Lucas’ın bir adım ötesine ateş ettiğinde, standart bir izleyici için “Ee ne oldu şimdi? Hani affetmişlerdi, niçin ateş ettiler ki yeaa!” sorusu yaratılsa da aslında film biterayak, tüm film boyunca anlatılanları özetleyip bir uyarıda bulunmak ve “Av olmak daima canlı bir ihtimaldir, tetikte kal, ayakta kal” demek istemiştir.
Jagten, hiç şüphesiz kült bir filmdir. Mads Nikkelsen’ın kusursuz oyunculuğu, filmin geçtiği alanların kasveti, “av” kültürünün yaptığı fon ve aslında birçok canlının tek bir canlıyı yok etmek istemesinden mütevellit “linç”i çağrıştırması ve zaten Lucas’a yapılmak istenenin tam da bu olması, sinemanın gücünün teknik anlamda da cayır cayır filme yansıtılması, zaten 10 küsur adet ödül sahibi, bir o kadar da adaylık sahibi olması bir yana, benim hafızamın en iyileri arasına yerleştirdi bile.
Filmdeki metaforları, yazımı bitirmeden daha da genişleterek bir konunun altını çizmek isterim: Av olma meselesini sadece iftiralar, yalanlar gibi düşünmeyin. Dünyada, hele bugünün dünyasında, hayatta kalmak için gereken asgari şartları bile gerçekleştirmek isterken, birileri bizi av yapıyor zaten. Filmin temel izleği olan, üstelik en sevdiklerimizden oluşan “sosyal hayat” değilse bile sistem, düzen, politika ve belki de yanlış bir Tanrı/din algısı ve hatta var olmak bile bizi “av” yapmaya, “kurban” etmeye yetmiyor mu?
Not: “Ayakta kal” mesajını başka açılardan da anlatan filmlerden “The Grey”i de anmadan geçmeyelim.
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)
ellerine sağlık. güzel bir inceleme yazısı olmuş. filmde benim ilgimi çeken tepkiler ve reflekslerdi. zira amerikan sinemasının etkisiyle girdiğimiz otomatik refleksler, mimikler, tepkiler beklentimizin boşa çıkmasıydı. filmin sürprizi buydu kanımca. bu da entersan bir şekilde merak etkisi yarattı bende. sonun nasıl biteceğinden çok her bir hamleye, söze ya da davranışa kimin nasıl bir reaksiyon göstereceği daha önemli bir hal aldı.
yazının başlarında sürekli sıradan izleyicinin sınırlı dünyası ve "sığ" bakış açısının dışına çıkılacağı iması var aslında. ama bir de bakılmış ki bir arpa kadar yol gidilip, olay gezi parkına bağlanmış. refleks olarak kendimizi gezi'nin içinde bulur olduk artık.
ayrıca Lucas'ı sadece bir madde olarak görmekte ısrarcı olursak neden gitmediğini ve kilise sahnesini anlamak oldukça güç. Ama onun da kan kaybeden, acı çeken yaralanmış yanını görmek gerekir. En yakın dostlarından birinin ona sırt çevirmesini gerçekten kabul edebilmek için onun gözlerine bakması, hatta kavga etmesi gereklidir. bu hepimiz için böyle aslında. hiç beklemediğimiz, sarsıcı derecede üzüldüğümüz anları hatırlarsak daha rahat anlarız.
benim açımdan böyle çıkarımlar da yapılabilir. unutmamak lazım gelir ki, okunan kitaplar, izlenen filmler, hatta duyduğumuz sesler, gördüğümüz her şey varoluş anının çevresel etkisi içerisinde değerlendirilir. bu nedenledir ki herkes kendi bütününü düşüncelerinde taşır. yine de merak etmeden geçemeyeceğim: kimi insanların "bütün"ünden geziyi çıkarsak acaba sıfır mı kalacak elimizde? (yazarı tenzih ediyorum, beklenilmeyen bir anda yine gezinin karşıma çıkması sonucu oluşan oldukça serbest bir çağrışım sadece)
Emel Hanım, incelikli yorumunuz ve ilginiz için teşekkürler lakin sanırım bizim de eleştirdiğimiz, Gezi Parkı'nın pek çok yayınevi ve medya kuruluşunca kâr edilebilecek bir metaya dönüştürülmesi durumuna karşı refleksiniz var. Ya da ben öyle anladım yorumunuzdan. Çünkü öteki türlü, koca bir yazı içerisinde tek kelimeye takılmanızı başka türlü yorumlayamam. Yazının temel izleklerinden biri haline getirseydim, örneğin "Jagten ve Gezi Parkı" tadında bir yazı yazsaydım belki haklı olabilirdiniz. Oysa yazının söz konusu kısmında, kinetik bir saldırıya karşın durağan bir direnişe örnek vermek istemiştim ve en yakın, en sıcak konudan örnek verdim. "Metafor yaptım" da diyebilirim bilgiç olmak gerekirse 🙂
Yorumunuzun kalan kısmına samimiyetle hak veriyorum. Sevgiler…
"refleks" değil hassasiyet diyelim. gündelik, geçici ama iyi para kazandıran bir meta haline dönüştüğü de kesin. ama inanın gezi olsun, şu son dönemlerdeki olaylar olsun çok da umursadığım şeyler değil. bu arada şiddet içermeyen karşı eylemlerin varlığından ve gezi'de kat edilen yoldan memnunum. ama tam kahvemi almış sabitfikir sayesinde karşıma yeni çıkan sitenizde keyifli yazınızı okurken hiç beklemediğim bir anda geldi. yoksa yazınızın temelinin gezi parkı üzerine atılmadığı aşikar.
bu arada dediğiniz gibi filmin vurucu etkisi sürekli devam ediyor. bu da bir filmden ziyade hayatın kendisini hissettiriyor. filmdeki kasvet de kişilerin psikolojik dünyasına girmemiz açısından yardımcı oluyor.
Dediğiniz gibi kalabalık ve düşünsellik ilişkisi toplumumuzda olduğu gibi filmde de kendini gösteriyor. Bu arada film boyunca insanların yalanın her türüne zaafı olduğunu düşünmüştüm ve bunda kalabalıkların payı büyük.
(filme tekrar dönmek istedim, böylesi yoğun ve üzerine daha çok şey söylenebilecek bir yazının tek bir noktada boğulmasını istemem)
final sahnesine farklı bi bakış açısıyla yaklaşacak olursak meçhul avcı istemli bi şekilde ıskalıyor.zira sahip olduğu açık görüş yakın mesafe ve arkadaş grubunun avcılık kültürünü göz önünde bulundurursak ıskalaması çok anlamsız görünüyor.ayrıca lucasın yerde savunmasız kaldığı anda avcının en ufak bi çaba göstermeyip birkaç saniye tepkisiz kalması da bize bir mesaj vermeye çalışıyor.filmin geneline hakim olan insanların suçlayıcı yaklaşımı, finalde yerini ne olursa olsun akıllardan silinmeyecek olan şüpheye bırakıyor..